Vakit yolculuğu, paralel evrenler, bir parça falcılık, bir tutam doğaüstü aktivite, bir takım katliam ve döngüler içinde gezi eden bir katil… Üstelik bu kişinin, Doctor Who’nun meşhur Tabip’u Peter Capaldi olması da cabası… Amazon Prime’ın merakla beklenen Tom Moran imzalı yeni dizisi Şeytanın Saati (Devil’s Hour), muhteşem bir Cadılar Bayramı etkinliği için lüzumlu tüm bileşenlere haiz fakat bazı noktalarda basmakalıp formüllere gereğinden fazla yaslanıyor. Bir sorgu odası, sırt planıyla seyrettiğimiz gizemli bir adam ve ilk bakışta kurban bulunduğunu düşündüren dudağı patlamış bir karı… Şeytanın Saati’nin ana karakterlerini, öykünün süre algımızla oynayan geriye dönüşlerinden (flashback) derhal ilkin tanıttığı bu oda, altı bölüm süresince süregelen bir sorgulamanın başladığı yer aslen. Her gece, şeytanın sayısı olarak malum 3.33’te uyanan ve bunun nedenlerini araştıran toplumsal hizmetler görevlisi Lucy’nin (Jessica Raine) düşmüş olduğu girdabın yalnızca bu bilinmezlikle sınırı olan kalmadığını ise The Omen esinli, tüyler ürpertici minik oğlu Isaac’le (Benjamin Chivers) tanıştıktan sonrasında fark ediyoruz. Korku, gerilim kurallarına uygun şekilde gözlerini kırpmadan boşluklara bakan, ansızın ortaya çıkan, öğretmenlerini ve hatta öz babasını bile korkutmayı başaran Isaac’in varlığı dizinin en rahatsız edici yönünü belirliyor ve esrar duygusunu öykünün kötüsü Gideon’la (Peter Capaldi) beraber besleyen en mühim figür oluyor. Vaka örgüsü budaklandıkça, Lucy için gerçek ile düş bulanıklaşmaya ve zihninde yankılanan korkulu imgeler ise bir takım katliam soruşturmasına eşlik etmeye başlıyor. Lucy’nin geçmişi, bugünü ve sorunlu evladı içinde mekik dokuyan anlatı süresince ana karakterle sorulara cevap arıyoruz. Buraya kadar izleğiyle uyumlu ilerleyen ve alışılmış şekilleri tatbik eden dizinin öykü ilerledikçe değişik karakterler ve onların öyküleriyle katmerlenmesi izlenirliğini artırıyor. Sonuçta mevzunun gerektirdiği merak duygusu sürükleyiciliği pekiştiren bir unsur ve bunca üretimin olduğu bir dönemde, muadillerinden ayrılabilmenin yegâne şartı senaryonun katmanlarını oluşturan yarıkların doldurulabilme gücünde saklı. Ve Şeytanın Saati, reenkarnasyondan rüyalara, süre yolculuğundan paralel hayatlara değin renkli motiflerle bezediği anlatısını derinlikli yaratılmış karakter portreleriyle ve en önemlisi kusursuz bireysel performanslarla desteklemeyi başarıyor.
KÖTÜLÜĞÜN GEREKÇELERİ
Peter Cabaldi’nin mesafeli bir yorumla yaşam verdiği Gideon, yalnız kötülüğün simgesi olmakla kalmıyor, protagonistimiz Lucy’yle de keskin bir karşıtlık oluşturuyor. Dedektif Dhilon’dan ortağı Holness’a, Lucy’nin eski eşi sorunlu baba Mike’a ve annesine değin her bir karakterine kafi alan ve süre tanıyan dizinin bana gore elini güçlendiren aslolan unsur, kötüyü tasvir etme biçimi. Sürem süresince yalnızca iyi karakterin kişisel sorgulamalarıyla boğuşmuyor, fena olanın sebepleri ve gerekçelerini de öğreniyoruz. Kabahat öykülerinin gerçeğidir, fena tek boyuttan sıyrıldıkça öykü filizlenir; izleyici kötüyü “anladıkça” ve dahası sevdikçe anlatıyla bağ kurması kolaylaşır. Dizi, değişik süre dilimlerinde kurguladığı vaka ve karakterleri birbirine bağlamakta -şimdilik- becerikli sadece biricik kozunun, kötüyü temsil eden figürün incelikli ve özenli yazılmış olmasından doğacağını öngörmek oldukça kolay. Şeytanın Saati’nin en kusurlu tarafına erişince… Seyircisini gereğinden fazla soruyla baş başa bırakması senaryonun en mühim gediği olarak görülebilir sadece ikinci sezonda yan hikâyeleri birbirine bağlayabilme kabiliyeti ve beklentiyi yükselten Capaldi’nin karakteri bu pürüzü giderebilir. Türün meraklıları ne olursa olsun talih vermeli…Puanım: 7.5/10
Yoruma kapalı.